Şehir dışından Dersim'e gelen arkadaşlarımla ilk gezimiz her zaman Gömülgan ziyareti olur. Hem yaşadığım köyün yakınında olması hem de Dersim, Bingöl, Elazığ dağlarının bir kısmını, Dersim merkezini ve Munzur suyunu kuşbakışı görmesi genel atmosferi sunmak adına işimi kolaylaştırır. Bir rehber gibi tarif etmeye başlarım, solumuzda Hozat ve Kırmızı dağ, arkamızda Pertek ve Keban barajı, karşımızda Ovacık ve Munzur dağları, şehir merkezi ve Mazgirt. Daha sağda arkada Karakoçan ve Kovancılar. Sıra sıra dağlar, vadiler, meşeli tepeler ve küçük köyler. Panoramik bir görsel şölen.
Ne zaman gidersek gidelim, bizden başka ziyaretçilerle karşılaşıp birbirimizi uzun süredir tanıyormuş gibi bir sıcaklıkla sohbet etmeye, ortak sofralarda yemek yemeye ve olmazsa olmaz siyasi tartışmalara girmeye başlarız. Ziyaretin yemek yenilen, çay içilen aşağıda kalan kısmının üstüne tırmandığınızda, asıl o zaman karşılaştığınız manzara oldukça etkileyicidir.
Fotoğraf: Bülent Kılıç
Gömülgan’ın tepesinden, bu manevi kaleden bakınca, gözün ve zihnin bu sonsuz gibi görünen genişliği görmesi, büyülü bir şaşkınlık hissettirir önce. Kendinizi doğanın karşısında küçük ve yetersiz hissedersiniz. Belki Ege'de, Akdeniz'de böyle bir manzarayı izlemek coşkulu, neşeli de hissettirirdi. Ancak küçük büyük bütün tepelerin, zirvelerin üstünde tarihin karanlık siluetleri gibi gözetleme kuleleri hatırlatır size ‘coğrafyanızın kader’ini.
Bir an kalabalığın dışında yalnız kalıyorum. Manzaranın uzak yakın ufku, zamansız belirsiz bir şimdiye bırakıyor kendini. Aşağıda, sırtüstü uzanmış çok eski bir yorgunluk gibi karşı tepelere ve vadiye dağılmış üç beş haneli köyler.
Tüm olmuş olanlara tanık, her şeyi besleyen nehir, gelenekle şimdiyi buluşturan Munzur, dalgın, mavi akıyor.
Suyunun buzul tarihini avuçlarına dolduran meşelerin, gürül gürül dinginliğiyle akıyor Munzur.
Düzgün Baba, Zel, Munzur Baba, Gömülgan birbirini görüyor, biliyor. Kim bilir kaç bin yıldır bu dağların zirvelerinde oturup tefekküre dalanlara, vadinin içlerinde kıvrıla kıvrıla akan, olan biteni derinliklerine atan Munzur sesleniyor.
-Nasıl bir zehir bu? Bir içgüdü gibi hepimizin taşımak zorunda kaldığı "ortak acı"? Her adımda, her gölgede, her kuytuda yüzümüze sıçrayan kan, bileğimizden tutan yas, bu ısrarlı zulüm.
Gömülgan’ın eteklerindeki en yakın köyde belli belirsiz görünen evlerde bacalar tütmeye başlamış. Taştan, kerpiçten bir evin ahşap penceresinde bir çocuk düşlere dalmış. Küçük su birikintilerinde ve derelerin yansımasında yüzünü tanımış. Çocuğun gözleri uzakların ışığıyla kamaşmış. Sesine dağ keçileri, ay ışığı karışmış, sayıklıyor.
-Hangi coğrafya?
-Hangi kader?
-Hangi dil?
-Nerede su değirmenleri, kim yıktı?
-Kim hatırlıyor anlatıyor masalları, bilmeceleri?
-Nereye gittiler günbatımlarında taş köprünün üstünde yerg söyleyenler?
Geçmişin tüm yenilgilerinden kendilerine bir saygınlık kazandıran harabelere dönmüşüz.
Geçmişin tüm özlemlerinin uzağında, kırık dökük bir dille ve bilinçle oyalanıyoruz.
Kimsenin, görüp de dile getirmediği bir kıyıdayız, bize ait olmayan sesler yankılanıyor ruhlarımızda.
İstemesek de içimizin derinliklerinde duyduğumuz, hissettiğimiz, henüz tam yitirilmemiş bir hafızanın kırık dökük ezgisi hep kulaklarımızda.
Aslında şimdiden bir parçası olduğumuz geleceğin büyülü renkleri, hayat dolu sesleri kaplamış Dersim’in dağlarını, vadilerini. Meşelerin, ceviz ağaçlarının, gijokların, ardıçların, dağ keçilerinin, kuşların, Munzur’un ve çocuklarının sonsuza akan devinimi her yeri sarmış sarmalamış.