Yaşar Kemal, “bal gibi edebiyattır” dediği röportaj örnekleriyle gazeteciliğin hikâyesi olan bir iş olduğuna işaret etmişti. Bu aslında kapitalizmin doğuş sürecinde gazeteciliğin endüstrileşmesine paralel olarak haber metinlerindeki standartlaşma eğilimine karşı da bir duruştu. Gabriel García Márquez’in “dünyanın en eski mesleği” dediği gazeteciliğin kendi edebiyatının yöntemsel açıdan beslenme kaynağı olduğunu ifade ederken yaptığı vurguyla da örtüşüyor.
Dünyada o gün neler olup bittiğini anlatırken bir meta olarak haberden beklenen standartlar, ona ister istemez, habercilik tarihinin ilk aşamalarında bir otomasyon özelliği de kazandırmıştı. Radyo, televizyon, otomobil gibi onun da şekli şemali belliydi. Otomasyon süreçlerinin yetkinleşmesiyle ürünlerin kazandığı yeni özellikler ve kaliteye paralel olarak haberciliğin standartları da hem ihtiyaçlara hem de iletişim teknolojisinin gelişimine bağlı olarak değişip gelişmiştir.
Ancak gazetecilik insana dokunma mesafesi kadar derinlik kazanan bir iştir ve haberin insandan uzaklaşma süreci, gazeteciliğin de derinliğinden çok şey kaybettiği, sıradanlaştığı ve giderek yozlaştığı bir sürecin önünü açtı.
Bunu sadece Türkiye’deki gazetecilik pratiği bakımından değil, dünya ölçeğinde kendisini gösteren küresel bir gerçeklik olarak okumak gerekiyor. Epey bir süredir Netflix’teki popüler diziler arasında yer alan Danimarka yapımı Borgen adlı dizi bu açıdan güncel bir örnek sayılabilir. Danimarka’daki parlamento-siyaset-iş dünyası ve medya arasındaki ilişkilere odaklanan dizi, entrikanın bir gazetecilik enstrümanı olarak sık sık kullanıldığını örneklerle gösteriyor. Bir özel ilişki anında, kurulan bir komployla fotoğrafları çekilen eşcinsel bir bakan, bu fotoğrafların, kendisine yönelik tezgahı örgütleyen medya patronu tarafından önüne konulmasının ardından intihar ediyor. Dizide başka pek çok örnek var.
Özellikle kapitalizmin neoliberalizm süreciyle birlikte, artık ‘küçük insanların’ dünyasıyla ilgilenmeye gerek görmeyen bir gazetecilik eğiliminin hakim hale gelmeye başladığını görüyoruz. Kuşkusuz her dönemde dünyanın her yerinde, can bedeliyle halka gerçekleri ulaştırmak için çabalayan gazeteciler oldu. Ancak onlar, bu hakim eğilimin karşısında çoğu zaman emekleri görmezden gelinen, hedef haline getirilen bir kesimi oluşturdular.
Ekonomi haberlerine şirket kar, zarar ve faaliyet haberlerinin yön verdiği, politika haberlerinin seçilmiş milletvekillerinin takibi ile sınırlandığı bir dünyada Yaşar Kemal’in güçlü bir gözlem yeteneği ve edebi bir dille anlattığı, mağarada yaşayan insanlar ya da Diyarbakır’ın yoksulları, göç ederek İstanbul’a gelmiş olanların şaşkın çaresizlik ve arayışları haber merkezlerinin dikkat noktaları olmaktan çoktan uzaklaşmıştı.
Türkiye dünyanın gazeteci hapishanelerinin başında geliyor. Kısa bir süre önce, İsrail askerleri tarafından Filistinli gazeteci Shireen Abu Aqleh’in öldürülmesine tanıklık ettik. İsrail polisinin cenazeye saldırarak meslektaşımızın naaşının olduğu tabutun yere düşmesine yol açtığını da gördük. Rusya'nın Ukrayna'ya saldırılarında eski New York Times çalışanı Brent Renaud, başkent Kiev'in kuzeybatı bölgesi İrpin'de yaşamını yitirdi. Malta’da, siyasetçilerin yolsuzluklarını ortaya çıkardığı için katledilen 30 yıllık deneyimli gazeteci Caruana Galizia’yi unutmuyoruz. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Ancak, Borgen dizisinde de görüldüğü gibi, gazetecilerin öldürülmediği ülkelerde de gazeteciliğin geldiği noktayı tartışmamız için pek çok neden var.
Haberin üne, ünlüye, markaya, ‘konuşan kafalara’ odaklandığı, insanlara ‘ederi’ kadar haber değeri biçildiği bir dünyada, politikacıların da yalan yazdıkları ve mesleki etik ilkelerini çıkar uğruna kolaylıkla çiğnedikleri sabit olduğu halde ‘ünlü’ gazetecileri gezilerine davet etmekte beis görmediklerine şahit oluyoruz. Eleştirildikleri zaman da, İmamoğlu örneğinde de gördüğümüz gibi ‘Vız gelir, tırıs gider’ denilebiliyor. Mesleği ayaklar altına alanlara prim verilmesini eleştirenler de, “200-300 kişinin kendi aralarındaki yorumları” denilerek itibarsızlaştırmaya çalışılıyor. Neden? Çünkü böyle davranmanın gideri olduğu bir dünyadayız.
Ama işte tam burada sormalıyız: O dünya – uhrevi manada değil- ebedi bir dünya mıdır?
Dünyanın her yerinde neoliberal politikalar çeşitli bağlamlarıyla tartışılırken gazeteciğin, bu politika pratiklerine bağlı olarak sürüklendiği bunalımdan nasıl çıkabileceği de tartışılıyor.
Almanya’daki Türkiyeli göçmen işçilerin yaşadığı ayrımcılığı, ağır sömürü koşullarını “Türk işçisi Ali” kılığına girerek belgeleyerek, Ekim 1985’te yayımladığı Ganz Unten (En Alttakiler) adıyla kitaplaştıran gazeteci Günter Wallraff’ın bu başarılı işi hep hatırlanıyorsa ve bugün Günter Wallraff Eleştirel Gazetecilik Ödülleri veriliyorsa bunun bir anlamı var.
Gazetecilik insana dokunduğu, ona yaklaştığı ölçüde kendi hikâyesine de yaklaşıyor. İnsandan uzaklaşan bir gazeteciliğin bir gelecek hikâyesi olabilir mi?