Atalarımızdan kalan güzel bir söz vardır. “Ölenle ölünmez" diye. Ölenle ölünmeyeceğine göre ölenin ardından yazılabilir pekâlâ. 23 Haziran 2022'de vefat eden Mahmut Ustaosmanoğlu ya da bilinen adıyla Mahmut Efendi, Türk din adamı, mutasavvıf ve İsmailağa Cemaati’nin ilk lideri ve şeyhidir. Dünya'nın en etkili 500 Müslümanı sıralamasında 2022 yılında 34. sırada yer almıştır. Ölümünün ardından kadınlar ile ilgili açıklamaları gündemde ciddi derecede tartışıldı. Ölümü sonrası yapılan açıklamada kadınların cenazesine katılmaması hususunda ricada bulunuldu.
Mahmut Efendi, “Kadınlar okullardan, dairelerden çekilmelidir. 104 kitaptan biri bile fetva vermez kadınların çalışacağına dair. Kız çocuğunun orta mektepte, lisede işi yoktur. Beni İsrail'in ilk yıkılışı kadınlar yüzünden oldu. Kadınların vazifesi; ev işi yapmak, efendisine itaat etmek ve millete, memlekete hayırlı evlat, asker yetiştirmektir. Budur kadının vazifesi başka yok!”
İsmailağa Cemaati İstanbul/Fatih 'te bulunan Nakşibendiliğin Hâlidî koluna bağlı bir cemaattir. Peki Dersim (Tunceli) ile olan ilişkisini nasıl kurmuş olabilir? 2020 yılında cami projeleri ve Kur'an kurslarına gönderilen Alevi çocuklarla ilgili bir araştırma yaparken, röportajlarım ulaştığım görüşmeci sayısındaki yetersizlik sebebiyle eksik kalmıştı ve çalışmamı tamamlayamamıştım. Eksik kalan o günkü çalışmam bugün ki dini ve politik matemin izdüşümünü bekliyormuş meğerse. Öncelikle köylere yapılması planlanan cami-mescit projelerini ardından da 1980'li yıllarda Tunceli’den İsmailağa Cemaati ve çeşitli cemaatlere gönderilen Alevi çocukların sürecini paylaşacağım.
Köylerde cami/mescit projesi
1938'de silahlarla, süngülerle, ölümlerle asimilasyon…
1980’lerde İmam hatiplerle, cemaatlerle, Kur’an kurslarıyla ve cami yaptırarak asimilasyona zorladılar...
1980'li yıllar Türkiye siyaseti açısından önemli bir yere sahip olduğu kadar Dersim yerelinde de önemli bir yere sahip olmakla beraber derin acıların, yaralı bir bilince sahip tanıkların ve karanlık söylemlerin kolektif hafızasını içermektedir. 1938'de silahlarla, süngülerle, sürgünlerle yapılmış acımasız ve travmalı bir asimilasyonun devamını 1980'ler de farklı bir kumaşa büründürüp daha dolaylı ve daha "insancıl" bir yöntemle hayata geçirmenin pratikleri denendi.
Bulunduğum köyde 1980 dönemi asimilasyonunu yaşamış 7 tanık olmasına rağmen sadece birine ulaşabildim. Diğerleri 1990'lardan sonra köyden göç edip kentlere yerleşmiştir. Görüşmeyi yaptığım tanık ise ailesini ziyaret sebebiyle köye gelmiş ve bu vesileyle hem sohbeti gerçekleştirebilme şansına erişmiş oldum hem de dönemin tanığı aracılığıyla yaşananları siz okurlarla paylaşabilme imkânına erişmiş oldum. Tanığın ifadelerine göre; 1980 darbesinin hemen ardından köylerde cami-mescit projeleri hayata geçirildi.1982 yılında Mazgirt ilçesinin Seyitli Köprüsü’ne (Elmalık) yapılan mescit köy halkı tarafından beklenen ilgiyi görmemiş ve bir öğrenci velisi imamın yanına giderek, "Çocuklarımız lise okumak için Peri'ye(Akpazar) gitmek zorunda kalıyor. Buraya mescit yapmak yerine lise yapsanız daha iyi olmaz mı diye bir öneri sunmuştur. Seyitli Köprüsü’ne yapılan mescit halk tarafından ilgi görmeyince, Elmalık köyüne 2 km uzaklıkta bulunan Kuşçu köyüne bağlı Til mezrasına köylülerin yardımı ile kerpiçten bir cami yapılıyor. Til mezrası, bazı kaynaklarda Mazgirt'in Kuşçu köyü sınırları içerisinde yer alan Til Höyüğü olarak da geçmektedir. 1996 yılında 1. derece arkeolojik sit alanı olarak kabul edilmiştir. Til mezrasında yaşayan insanlar o dönemde Elazığ'dan göç etmiş Sünni kökenli ailelerdir. Seyitli Köprüsü’ne yapılan mescit halk tarafından kullanılmayınca orda ki imam Til mezrasında görevlendiriliyor. Dönemin valisi Kenan Güven tarafından Dersim'deki ortaokul ve lise düzeyindeki çocuklar, tüm maddi imkânları karşılanarak çeşitli illerdeki Kur’an kurslarına ve imam hatip okullarına gönderilerek devlet kontrolünde eğitim ve öğretimlerine devam edebilecektir denmiştir. Çocukların Kur’an kurslarına ve imam hatip okullarına teşviki ve gönderilme süreci zorla ve baskıyla olmasa da o dönem hem ailelerin maddi imkânsızlıkları hem de çocukların büyük şehirlerde eğitimlerine devam edebilecek olmaları özellikle de ortaokul ve lise çağındaki çocuklar için heyecan uyandırmıştır.
İsmailağa Cemaati Kur’an kurslarına ve imam hatip okullarına gidiş süreci, edinimler ve sonrası
1980 döneminde Kur’an kursuna giden ve yaşadığı süreci samimi ve biraz da hüzünlü ifadelerle paylaşan tanığın cümleleriyle anlatacağım gidiş sürecini. "Bize İstanbul'a gidip okuyacağımızı söylediklerinde çok heyecanlıydık. Çünkü 11-12 yaşlarında bir çocuk için köydeki zor yaşam koşullarını bırakıp büyük bir kente gitmek çok büyülü ve heyecan verici geliyordu. Hayal gibi bir fırsattı bizim için İstanbul'da okumak. Ayrıca Kur’an kursu ve imam hatip okulları kavramları bizim anlamadığımız ve anlamlandıramadığımız şeylerdi. Biz köydeki ilkokul eğitimi gibi bir eğitim göreceğimizi sanıyorduk. Tahmin ettiğimizle, yaşadığımız çok zıddı. Yolculuk günü, köyümden 7, Tunceli'den 36 olmak üzere toplamda 43 kişiydik otobüste. Hepimiz Kur’an kursuna gitmedik. Bazılarımız da imam hatip okullarına gidiyordu. Benimle beraber köyden iki arkadaşım İstanbul-Fatih'teki İsmailağa Kur’an Kursu’na gittik. İsmailağa Kur’an Kursu milli eğitim bünyesinde büyük bir kurumdu. Yaklaşık 800-900 civarında öğrencisi vardı. Gittiğimiz Kur’an kursu anaokulundan liseye kadar eğitim veren büyük ve köklü bir kurstu. Köyden karma olarak İstanbul'a gitmiştik fakat gittiğimiz Kur’an kursu sadece erkeklere eğitim verdiği için diğer arkadaşlarımız Bostancı'daki imam hatip okuluna gittiler. Hatta köyden gelen kız arkadaşlarımdan biri Bostancı'da okurken hafızlığa kadar yükselmişti. Alevi öğrenciler olarak gittiğimiz Kur’an kursunda epey zorlanmıştık. Dersler zor olduğu kadar öğretilenlere de kendimizi yabancı hissediyorduk. Aynı zamanda İslam'ın bir takım şartlarını yerine getirmek mecburiydi ve biz daha öncesinde bunların pratiklerini hiç yaşamadığımız için Sünni arkadaşlarımızdan gerideydik. Bir gün yatakhanede Alevi arkadaşlarımızla oyun oynarken Bahri Kazan adında bir hocamız geldi. "Ne yapıyorsunuz siz burada?" diye çıkıştı bize. Gürültü yaptığımızın farkına varmıştık hocamız o soruyu sorunca. Sonra hemen namaz kıldınız mı diye sordu. Evet, hocam az önce kıldık dedik. Yalan söylemiştik aslında. Namaz kılmamıştık. Sırf hocamız kızmasın diye böyle bir yalana mecbur kalmıştık. Hocamız yalan söylemeyin dedi daha namaza yarım saat var. O zaman anlamıştık din ile aramızdaki uçurumu. Ailemizden ve çevremizden gördüğümüz öğretiler Kur’an kursundaki öğretilerden çok farklıydı. Annemin anlattığı Allah tasviri burada anlatılana benzemiyordu pek. Evde dua ederken namaz kılmamıza gerek yoktu. İstediğimiz zaman ellerimizi açıp dua edebiliyorduk. Gittiğimiz kuran kursunda her şey disiplinliydi. Sınıflarımız 43 kişilikti. Alevi öğrenciler olarak sınıfla pek uyumlu değildik. Hem bilgi-birikim olarak diğer arkadaşlarımızdan gerideydik hem de derslerde çok sıkıldığımız için haylazlık yapıyorduk. Hocalarımız sınıf düzenini bozduğumuz için karar alıp bizleri farklı sınıflara dağıttılar. Her sınıfta bir Alevi öğrenci vardı. Bizden sorumlu hoca Bahri Kazan'dı. Biz Kur’an dersinde diğer Sünni arkadaşlarımız kadar başarılı olamadığımız için Bahri hoca artık bizden umudunu kesmişti. Bizimle ilgilenmek istemiyordu. Hafızlık seviyesine gelmiş çok başarılı öğrencilerim var, sizlerle zamanımı harcamak istemiyorum demişti. Bir gün yurt müdürü odaları gezerken bizim odaya geldi ve neden Kur’an okumuyorsunuz dedi. Bahri hoca bize okumamız için bu dergileri verdi dedik. Yurt müdürü bizi yanına alıp odasına götürdü ve hemen ardından Bahri hocayı çağırıp vaziyeti anlamaya çalıştı. Bahri hocaya bizimle ilgilenmediği için çok kızmıştı. İsmail Ağa Kur’an kursu köklü, milli eğitime bağlı ve disiplinli bir kurs olmasına rağmen sanırım öğrenci sayısının çok fazla olmasından ötürü Kuran’ı pek öğrenememiştik. Bir sonra ki dönem İstanbul'a değil Rize'ye gitmiştim. Rize'deki Kur’an kursu İstanbul'daki gibi değildi. Bir caminin bodrum katında bulunuyordu. Merdiven altı tabirini karşılayan bir kurstu. Küçük, samimi bir ortamı vardı. İsmailağa Kur’an kursuyla Rize'deki Kur’an kursunu kıyaslayınca asimilasyon sürecinin birinde diğerine göre neden daha hızlı işlediğini şimdiki aklımla daha iyi anlayabiliyorum. O zamanlar çocuktuk tabi aldığımız eğitimin neye hizmet ettiğinin bilincinde değildik. İsmaiağa Kur’an kursundayken üniforma giyiniyorduk. Kumaş pantolon, beyaz gömlek, kravat ve ceket... Tıpkı örgün eğitimdeki ortaokul kılık kıyafet biçimiyle. Ancak Rize'deki kılık kıyafetimiz öyle değildi. Başımızda takke, üzerimizde cübbe ile tüm gün eğitim alıyorduk. Görüntü itibari ile bir imam görünümündeydik. Kur’an-ı öğrenme yolunda bizi teşvik eden şey yalnızca kılık kıyafet değildi elbette. Hocalarımızın bizi teşvik etmek amacıyla Kur’an kursunda bana verdiği başkanlık görevi öz güvenimi yerine getirmişti. Kursta birçok işte görev alıyordum. Kursun mekân olarak küçük olması, öğrenci sayısının azlığı, hocamızın bizimle birebir ilgileniyor olması İslam'ın öğretilerini çabucak öğrenmeme sebep oldu. Rize'deki Kur’an kursunda hafızlığa kadar yükselmiştim. Rahat ve akıcı bir şekilde Kuran’ı okuyabiliyor ve bunu başardığım için kendimle gurur duyuyordum. Gittiğim her iki Kur’an kursunda da ne ben ne de benimle beraber gelen Alevi arkadaşlarım herhangi bir şiddet ve tacize uğramadık. Yalnız kurslarda yalnızca Kuran’ı öğrenmeye yönelik dersler almıyorduk. Beden temizliğinin önemi, cinsel eğitim ve mahremiyete dayalı derslerde veriliyordu. Cinsel eğitimle ilgili verilen derslerde çoğu zaman utanarak ve sıkılarak dinliyordum dersleri. Hocamızın anlattıkları sapıkça ifadeler olarak geliyordu bana. Dediğim gibi şahsi olarak hiçbir şiddet ve tacizle karşılaşmadım fakat Sünni arkadaşlarımın yaşadığına dair birtakım şüphelerim vardı. Hocanın yaklaşımı, ifadeleri, kurduğu ikili diyaloglar fazla samimiydi. Biz ikinci dönem eğitimimize Rize'de devam ederken İstanbul-Bostancı'da imam hatip okuyan kız arkadaşlarım ise o dönem Bolu'da devam ediyorlarmış eğitimlerine. Bunu kurs bittikten sonra köye gelince kendilerinden öğrendim. İmam Hatip'i tamamlayan kız arkadaşlarımdan biri aramızdan en iyi Kur’an okuyandı. Bayağı ilerletmişti kendisini. Peri'den (Akpazar) bizimle Kur’an kursuna gelen bir arkadaşımızın sonradan imam olduğunu öğrendim. Kendisi Alevi kökenli değildi. Elazığ'dan Peri'ye göç etmiş Sünni kökenli bir ailenin çocuğuydu. Kurs bittikten sonra köye döndüğümde kendimi vicdani anlamda rahatsız hissediyordum. Çünkü bize öğretilenler Allah tarafından farzdı ve ailemden hiçbiri bu farzları yerine getirmiyordu. Sürekli aklımdan ailemin cehennemlik olduğu düşüncesini geçiriyordum. Hatta bir gün annemle bahçede otururken yanlış yolda olduklarını ve Kuran’ı öğrenip, namaz kılmaları gerektiğini söyledim. Çok ciddiye alınmadı tabi bu söylediğim. Köye geldikten sonra edindiğim alışkanlıklar zamanla kaybolmaya başladı. 5 vakit namaz kılmıyor eskisi kadar Kur’an okumuyordum. Köyün iş, güç, koşuşturması içerisinde bunlara ayıracak vaktim olamazdı. O zamanki çocuk aklımla beynimizin bulandırıldığını, Sünnileştirilmeye çalışıldığımızı, yapılanın aslında bir eğitim değil de bir inanç asimilasyonu olduğunu anlayamadım. Yaşadıklarımı ve 1980 döneminde alevi çocukları için planlananı özetlemek gerekirse şunları söyleyebilirim “Eğitimin amacı bölgedeki alevi çocuklarını Sünnileştirmek, camiler inşa ederek halkı camilere gitmeye teşvik etmek ve alevi çocuklarından Sünni muallimler yetiştirmekti." Devlet bu politikasında istediği sonucu elde edemese de kısmen başarılı oldu diyebilirim.
"1980'li yıllar Dersim( Tunceli) halkı için zor yıllardı."
"Ben o zamanlar 11-12 yaşlarında bir çocuktum."
"İstanbul'a gidip okuyacağımı duyduğumda çok heyecanlanıştım. Çünkü hem köydeki ağır yaşam koşullarından kurtulmak için iyi bir fırsattı hem de köyümüzde ortaokul olmadığı için eğitimime uzakta devam edebileceğim imkânımız yoktu."
"İstanbul'a gittiğimde verilen eğitim tamamıyla dini temelliydi. Çünkü gittiğim yer bir Kur’an kursuydu."
"Hem maddi imkânlarımız karşılanıyor hem de ilerde devletin belirli kademelerinde meslek sahibi olabileceğimiz söyleniyordu, kendimi avantajlı görüyordum."
"Bize Kuran’ı ve İslam'ı öğrettiklerinde ailemin ve kendimin cehennemlik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü burada öğretilenleri pratikte yapmayan bir aileden geliyordum."
"Zamanla her şeyi öğrendim ve hafızlığa kadar yükseldim."
"O zamanlar vicdanen yaşadığım en büyük acı cehennemde yanacaklarını düşündüğüm bir ailemin olmasıydı."
"Şuan yaşadığım daha büyük bir acı var. O da şudur: Alevi çocukları olarak asimile olmuştuk. Bu benim için hem bir travma hem de geçmişimle ciddi bir yüzleşmedir."
(25.06.2020'de İsmailağa Cemaati’nde dini eğitim görmüş tanık ile yapılan sohbet notlarından)