'Altılı Masa' her ay yinelenen ritüellerle; o kadar çok tekrar ediyorlar ve edimden uzaklaşıyorlar ki, artık kendilerinden ve yaptıklarından emin değiller.

Türkiye, önümüzdeki baharda “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı” için hayati öneme sahip seçimlere tanık olacak. Halk, iki ayrı kulvarda yapılacak seçimlerde hem Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni cumhurbaşkanını hem de parlamentoda görev yapacak milletvekillerini belirleyecek.

Bir yanda 20 yılı aşkın süredir tek başına iktidarda bulunan AKP’nin 2018’den bu yana küçük ortağı MHP ile kurduğu “Cumhur İttifakı”, bir yanda Altılı Masa olarak bilinen ve CHP ile İyi Partinin öncülüğünü yaptığı “Millet İttifakı”, bir yandan da seçimin bir anlamda kaderini belirleyecek, HDP’nin öncülüğünü yaptığı altı parti ve örgütten oluşan “Emek ve Özgürlük İttifakı” var.

Seçimlerde asıl mücadele, rekabet ve yoğunlaşma, 2018’de hayata geçirilen Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nden kaynaklı Cumhurbaşkanı seçiminde olacak. İkiye bölünmüş muhalefet, Recep Tayyip Erdoğan’ın 2018’den beri “Türk tipi başkanlık”la sürdürdüğü iktidarına son verebilecek mi? Bir başka deyişle, AKP’nin 3 Kasım 2002 tarihinde girdiği ilk seçimden bugüne kadar süren ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kesintisiz en uzun süreli iktidarı son mu bulacak, yoksa devam mı edecek?

Dile kolay, 20 yılı aşkın iktidarı! Öyle bir iktidar ki yargıyı, orduyu, emniyeti ve diğer kamu kurumlarını bir parti organı gibi çalıştıran, medyanın büyük kısmına hükmeden, mafyasından muhtelif STK’lara kadar hizmetkârları olan ve devletin bütün imkânlarını anında, hiçbir kanun veya yönetmeliği esas almadan, sadece isteğe bağlı olarak seferber eden bir iktidardan söz ediyoruz.

Öyle ki bir ülkeyi bir partiye; hatta tek bir kişiye indirgeyen bir iktidar…

Hükümranlık!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, belki bizzat kendisinin sıkça dile getirdiği gibi iyi bir “ekonomist” olmadığı ama çok iyi bir tüccar ve siyasetçi olduğu kesin! Neyi, nasıl pazarlayacağını, neye karşılık neyi alacağını ve kar edip etmeyeceğini biliyor. Tam bir pazarlama uzmanı; piyasayı iyi tanıyor ve seziyor. Hayal satıyor, umut satıyor; olmadık şeyleri satıyor. Sürekli proje üretiyor ve satıyor, yetmediğinde korku saçıyor! Üstten bakıyor, hükmediyor! Eziyor! Kısacası bir hükümranın bütün özelliklerini taşıyor!

Etrafındaki herkesi ve her şeyi kendi iktidarının hizmetine sokmada son derece usta. Zaten kendi iktidarına hizmet etmeyen, etme potansiyeli olmayan bir unsurla da ilgilenmiyor, değer vermiyor. Tehdit oluşturursa da karşısına alarak etkisizleştirmeye çalışıyor (Bakın yakın tarihe, iktidara ve temsilcisine en ağır hakaretleri edenlere; nasıl gelip hizmetine girdiler! İşte bu başarıdır). ‘Ekonomist’likle ‘tüccarlık’ arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor. Ekonomist; uzun süreli, planlı, sürdürebilir kalkınma odaklı bir ekonomiyi hedefler; tüccar ise para biriktirmeyi, günlük akışı, kısa vadeli karlılığını düşünür. Ekonomist genel planlama yaparak hareket ederken, tüccar bireysel planlama yapar.

İşte ekonomideki sorunlar da bu sebepten ortaya çıktı. Bizim petrolümüz yok; olsaydı, olurdu; tüccarlık da tutardı. Arap yarımadasında tutuyor mesela. Türkiye ekonomisi daha fazla dayanamadı, çöktü! Şimdi Suudi Arabistan, Rusya gibi mevcut iktidarın devamlılığını isteyen ülkeler, en azından seçime kadar idare etsin, kur ve enflasyon patlamasın, ülke daha kötüye gitmesin diye arada 5-10 milyar dolar gönderiyorlar. İyi de ülkede yaşanan sorunlar sadece ekonomiyle sınırlı olsa neyse; yargı ve adaletsizlik dâhil neredeyse sorun yaşanmayan hiçbir alan yok.

Muhalefet, bu veriler üzerine çalışma yapıyor veya yapmaya çalışıyor. Altılı masa – millet ittifakı, muhalefet cephesinde yer alan en etkili ve iddialı gurubu oluşturuyor. Bir süreden beri neredeyse doğru yöntemlerle sorunlar tartışılıp genel bir uzlaşı sağlanıyor. “Neredeyse” diyorum; çünkü HDP ve onunla birlikte Emek ve Özgürlük İttifakını başından itibaren kurdukları masanın dışında tutmaları, ne kadar uzlaşı sağlanırsa sağlansın gelecekleri noktayı çözümsüz kılacaktır. Kazanmak için sonunda HDP nezdinde Emek ve Özgürlük İttifakının oylarına ihtiyaç duyacaklardır.

“Millet İttifakı” her ne kadar genel ilkeler ve perspektifler üzerinde tartışma yürütüyorsa da asıl tartışmanın etrafında dönmekten başka bir şey yapmıyor. ‘Cumhurbaşkanı adayı kim olacak sorusu’, seçim tarihi az çok belli olmuşken cevapsız kalmaya devam ediyor.

Ne deniyor, “Kazanamazsak ülkenin sonu olur! O yüzden mutlak kazanacağımız bir aday olmalı!” Kemal Kılıçdaroğlu, hazırlanan programa en uygun kişi olarak duruyor çünkü güvenilir! Ama Alevi! Bir Alevi, yüzyıl sonra bu ülkede Cumhurbaşkanı seçilir mi, seçilmez mi?

HDP, Mansur Yavaş’ı desteklemez; ülkücü kökenli olması buna engel. Ekrem İmamoğlu için bir şey demiyor ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu açıktan destekliyor. Yoksa kendi adayımızı çıkarırız diyor.

Meral Akşener, Ekrem İmamoğlu’nu öne çıkarıyor; “Sünni, Karadenizli ve müteahhittir; iki kez seçim kazandı, referanstır.” diyor (‘Beşli Çete’nin etkisini ölçmek lazım burada). İmamoğlu, susuyor! Mansur Yavaş, kabul ediyor.

Bunların yanı sıra zaman zaman eski, sözüm ona ılımlı AKP’li Abdullah Gül gibi isimler zikrediliyor.

Öncelikle şunu söylemek lazım; cumhurbaşkanlığı seçimi kişilerle değil cesaretli politikalarla alınır. Dolayısıyla kişilerin Alevi veya Sünni olması, bu saatten sonra önemli değildir. Üstelik seçeceğiniz cumhurbaşkanını (Kılıçdaroğlu olursa) kısa sürede bütün vasıflarından yoksun bırakıp kendi asli görevlerine memur edeceksiniz… Korkmanıza gerek yok!

Ters Köşe

Mevcut iktidarla, muhalefet arasında “Büyük İttifak” oluşur mu? Mesela Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’a “Sen bir dönem daha kal, kendini ve aileni güvene al ama biz parlamenter sisteme dönelim. Bize de pay ver! Hatta çeteye de karışmayız! Ama az yiyin! Kürtlere de istediğinizi yapabilirsiniz!” diyebilirler mi? Diyebilirler! Tutar mı, tutar! CHP, şerh koysa bile diğer partiler bunu yapabilir mi, yapar! Biz buna hazır mıyız?

Godot’yu Beklerken

Muhalefetin varoluş sancılarını en çok çeken kişi Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Meral Akşener'le yollarının kesiştiğinden beri her ay yinelenen ritüellerle; o kadar çok tekrar ediyorlar ve edimden uzaklaşıyorlar ki, artık kendilerinden ve yaptıklarından emin değiller.

Samuel Beckett’ın 1949 yayınlanan ve 1953 yılında Paris’te sahnelenen Godot’yu Beklerken adlı eserinde varoluş sancıları çeken kahramanları, yolları kesiştiğinde birbirleriyle iletişim kurmaya çalışır. Her gün yinelenen bu ritüelde bellek işlevini yerine getiremeyince de gerçekliğin kesinliğinden uzaklaşmaya başlarlar. Eser, eylemsizliklerine yenilmiş insanların Godot adında ne olduğunu bilinmeyen bir kimse veya “şeyi” beklediklerini konu alır.  İçinde yaşadığımız durum bize bu oyunu hatırlatıyor.