Yaygın kanıya göre “Tabut kavramının Arapça bir terim olduğu” sanılsa da aslında bu doğru değildir. Yine günümüzden “1300 yıl önce yazılı kaynaklarda ilk defa “tabut” teriminin yer aldığı” yazılıp- dile getirilse de bu da doğru değildir! Peki öyle ise işin aslı nedir?
Şudur: Kavramın, farklı dillerdeki etimolojik kapsamı kısaca şöyle ele alınmıştır. Mesela Arapça tābūt, Aramice/Süryanice < tēbūtā, İbranice tēbah, eski Mısır dilinde tbt. Habeşçe tabot, Türkçe, Kürtçe tabut. Anlamı; “sanduka, tahtadan lahit, Nuh’un Gemisi, kutu, Musa’ya ait yasalarının içinde saklandığı Ahit sandığı vb.” Ayrıca Kur’an’da, Bakara Suresi'nin 248. ayetinde de bu konu “Sekine” olarak geçer. Bunun “tabut” olduğuna hükmedilir.
Kavramın ilk geçtiği olaylar dizini, aslında Sümer (MÖ.4000) tabletlerinde yer alır. Orada
tanrılar meclisinde “İnsanları bir tufanla yok etme” kararı çıkar. Fakat bu karara gönlü razı
olmayan Sümerlerin kurnaz tanrısı Enki (evi-mekanı su olan, yer-toprak efendisi) bu haberi Şuruppak şehir devletinin rahip-kralı “Ziusudra/ Utnapiştim“e haber verir. Ve Ona; “tufana dayanıklı ağaçtan bir sandık, gemi” yapmasını söyler. En sonunda Ziusudra, insanlığın; Cudi/Gudi eteklerinde yeniden var oluşuna vesile olur. Hûd süresi, 44. Ayet.
Sümerler yazılı metinlerinde, tufan gemisi için “dönüp yuvarlanabilen gemi" anlamına gelen MA.GUR.GUR terimini kullanmışlardı. Ve fakat Akadlar (MÖ.2000’li yıllar) ise gemiye: “Tebitu” demişlerdi. İşte bu konumuza asıl kaynaklık eden terim de buydu, Tebitu. Yani günümüzde yaklaşık 4000 yıl önce, ilk defa bu kavramı, Akadlar kullanmışlardır.
Daha sonraları bu kavramın farklı bir versiyonu Tevrat’ın “yaradılış” bölümünde karşımıza çıkar. Burada, tufandan kurtuluş için yapılan şeye İbranice “Teba” tanımı kullanılır. Tevrat’a giren Teba terimi, aslında Akadca “Tebitu” sözcüğünden türetilmiştir. Yani Tabut’un ilk ve eski versiyonu Akadcadaki “Tebitu” dur.
Tevrat’taki anlatım içerisinde “Teba” aslında “gemi” değil, “her tarafı kapalı bir şeyi” ifade
eder. Ki bu da “kutu” manasına gelir. Söz konusu kavram, daha sonraki eski yazılı metinlere daha çok “gemi ”olarak geçirilmiştir.
Tebitu, tabut teriminin baş harfi olan ”T” sert sesle telaffuz edilir ki; bu da ayrıca “batmak” anlamına gelir. Bu vesileyle Tebitu’nun en özel anlamı olan “batmak” fiili, bunun “şu içerisinde batabilecek bir gemi” olabileceği düşünülmüştür. Buna göre Tebitu yani tabut da “karada toprağa batırılan-gömülen” bir fiili içermektedir. Bütün bunlar eski dünyaya ait bilgiler.
Şimdi gelelim yakın tarihimize, günümüze;
Müslüman aleminde vefat edenler, toprağa tabutla verilmezler. Mesela İslam Peygamberi Hz. Muhammed “tabutsuz” toprağa verilirken, daha sonra kızı Fatıma’nın tabutla toprağa verildiği, elimizde net bir kanıt olmasa da, bazı yazılı kaynaklarda dile getirilmiştir. Zira biliyoruz ki; günümüzde vefat eden Müslümanlar, genelde tabutla toprağa verilmezler. Buna karşın Aleviler, tabutla toprağa verilirler. İşte burası çok ilginçtir. Bu durum, Müslümanlarla Aleviler arasındaki ince bir ayırıma da işaret etmektedir. Dahası da var!
Eskiden köylerde Hakka yürüyen can, tabutla toprağa sırlanırken; tabutun sağ tarafından baş hizasına gelen bölümde, üst (çatı) tahta kesilerek açık bir pencere bırakılırdı. O zamanlar bu konuda birçok gerekçe sıralanırdı. Bunlardan bazıları; “Melekler rahat içeri girsin, börtü-böcekler içeri girsin, toprak yüzüne değsin” ve benzeri hikayeler…
Oysa eski dünyaya ait yazılı metinlere göre tufan için yapılan bu ilk geminin, Tebitu’nın giriş kapısı da aslında çatıda, üst taraftaydı. Yani tıpkı Alevi tabutlarının üstünde açılan bu pencerelerini andırmaktaydı. Öyle ya; Hakka yürüyen canın, geride bıraktığı ailesi, yakın
dostları için o gün aslında, bir tufan değil midir? Ya da tabutta olan can, belki de bilinmedik bir tufana gönderilmiyor mu, kim bilir?
Köylerdeki toprak evlerin pencereleri de duvarlarda değil, tavanlarda olup genelliklerde yuvarlaktı. Ev damlarının tavanda olan açık pencerelerinin yuvarlak olmasının nedeni ise Güneş’le alakalıydı. Kuvvetle muhtemelen tabut’un üstünde meydana getirilen bu pencerenin, Güneş'le yakın bir ilişkisinin olduğunu düşünmekteyim. Zira bütün Alevi mezarlarını, kıbleye doğru değil de Güneş'in yükseldiği noktaya doğru kazılması da, buna bir kanıt olsa gerek.
Bitmedi, önemli bir konu daha var. O da Hakka yürüyen canın, gerek tabutun içinde ya da tabutsuz, bedenin toprak zemine sırt üstü değil de hafif yana meyilli bir şekilde yatırıldığına tanık olmaktayız. Hakka uğurlanan canın mezarında ya da tabutundaki bu yana meyilli fiziki yatırılış şekli; 'Kadın Ana'nın doğurduğu bebeği kucağına-kollarına alıp emzirme şeklini ifade etmektedir. Yani 'Kadın Ana', bebeğini kollarına alıp yana doğru tutarak emzirmektedir. Öyle ya bebeği doğuran “Kadın Ana” bebeğini kollarında emzirip, büyüttükten sonra tekrar onu bu defa da 'Toprak Ana'nın kollarına bırakmaktadır. Yine toprağa sırlandığı zaman yürütülen erkanda, yapılan dualar öncesinde ise Hakka yürüyenin, “babasının” değil de “anasının” adıyla anılması da oldukça kayda değer bir durumdur.
Yukarıda ne demiştik! Tebitu, tabut teriminin baş harfi olan ”T”; sert sesle telaffuz edilir ki;
bu da ayrıca “batmak” anlamına gelir. Birkaç örnekle, şimdi bunu açıklayalım.
Kürtçede özellikle tarımsal ürün ve faaliyetlerde kullanılan “T” sesli kelimelerin çoğu, “toprağa batırma-ekme” ile alakalıdır. Kürtçede “tohum çekirdeği” anlamına gelen “dan,dani” yani “dane/tane” toprağa batırıldığında-ekildiğinde belli bir zaman sonra, toprakta bir tümseklik meydana getirir. Zamanı geldiğinde ve güneşi his ettiğinde, aşağıdan verdiği basınçla toprak üstüne çıkarak filizlenir. Yani tohum çekirdeği; kuvvetli, enerjik, hızlı, haraketli olduğu için yerin altından yukarıya doğru kabarır ve yer yüzünü delerek çıkar. Kendi
ekseninde bir tümseklik oluşturur.
Buna göre, sert sesle; “Tav, Tow, Dav” kavramları “yer altından yukarıya doğru kabararak, yükselti, tümseklik” manalarını getirir. Yine Kürtçedeki Tavlu < şişman-kabaran, tüm kavramların Kürtçede tabut’la yakın bir ilişkisi vardır.
Zira tabut da toprağa gömüldüğünde-batırıldığında yukarıya doğru bir yükselti, tümseklik meydana getirir. Ve yaşamın başlangıcında tanık olduğu olayları, dilsel açıdan ilk düşünen insan; içlerinden vefat edenleri toprağa vererek, belki de toprağa ekilen tohum < Dan < dane (çekirdek) gibi yeşerip, tekrar geri dönüşümünün sağlanacağını, dahası vefat edenin yeniden doğumunu öngörmüştü-beklemişti. Belki de bu vesileyle Aleviler, “öldü” kavramını kullanmazlar. Bunun yerine “Hakka yürüdü, Hakka göçtü” derlerken de yeni bir doğuma,
giden Can’ın tekrar canlanacağına inanırlar. Ve bu yüzden gidenin arkasından “dev-i daim olsun!” diyerek, ruhunun başka bir canlıda yeniden hayat bulmasını dilemekte-istemektedirler.
Sonuç:
Maksadım, elbette içinizi karartmak değildi! Geleceğe, tabi ki hep pozitif baklayız! Ne var ki; “iki nefes arasında” olan “hayatın” gerçekliğini de asla göz ardı etmemeliyiz. Şahsen; hayatın son hakikatine farklı bir pencereden bakarken, sizleri de bu seyire davet etmek istedim. Bir de zaman zaman mezarlıklara gidip gezmenizi, orada bir kez daha insanın serüvenini, kendinize dokunup geleceğinizi yorumlamanızı istedim. Bununla birlikte çevrenizde olan “Hakka uğurlama” erkanlarına katılmanızı, önünüzdeki tabuta uzuun uzuun bakmanızı öneririm.
Zamanı geldiğinde; yeniden bir yaşama uğurlanırken, arkamızda kalanlara bir tufan yaşatmamız çok ilginç değil mi?
Hak ile kalın!