Her gün bir cenaze kaldırmamızın manası yok. Zaten toprakta yer yok; sizin ağırlığınızı kaldıramaz, günahlarınızı taşıyamaz!

Yahuda'nın Öpücüğü!

    I.          

Ve dedi ki;

Dağlar o kar beyaz yalnızlıklarıyla çekiciliklerini sürdürecek… Ey uyumdan yoksun! Uçurum özlemiyle tutuşan sen, bu gözlerindeki endişe neden? Dağ ve uçurum yükselti ve derinlik arasında, ey çarmıha gerilen! Tüm beklentileri suya attığın o gün, kopardığın ipler ve paslı zincirler arasında; sen değil miydin toprak ve şarapla yıkanan?

(Belki aradığı dağ değildir, dağ olmak bir bahanedir.)

Dindir yüreğinin sızıntısını, kurulan her çarmıh senin!

Ey hükümsüz! Ey iz süren! Kendini bir tapınak haline getirdiğini gör artık. Kutsanmış kadehte boğulsun o şarlatanlar. İkrar en değme iksiridir sevginin ki, onlarda asla bulunmaz. Riya! Enseleri yağlı şu gidenlere bak, sen onları domuz çiftliğinde bırakmamış mıydın?

(Gerçek, bir çelik soğukluğudur.)

O tutku nedir ki hep kendini yadsımaya çalışır?

Ey kendi urganlarını ören adam! İpek böceği kozasını örer; karşı köyde her horoz ötüşünde bir adam ölür.

Sabahları böyle kanlı mı olacaktı? Neden daha önce söylemediniz? Biz izler daha derinleşecek diye bekliyorduk.

 II.          

Hâlbuki şimdi rüzgâr esiyor. Kayın ağaçlarının altına gidip bakın, çukurlarında hangi dalların yaprakları var? Her gün bir cenaze kaldırmamızın manası yok. Zaten toprakta yer yok; sizin ağırlığınızı kaldıramaz, günahlarınızı taşıyamaz!

Tarih zincirlerini sürüklüyor, iz bırakarak arkasından… Bu pas tadı, ölüm rengi hiç bitmeyecek mi? Oysa griler çoktan dağıldı. Gökyüzünde kahverengiye dair hiçbir şey yok. Mavi yine o mavi! Sarı; buğday tadı, gözlerinin rengi! Yeşil, yine aynı yeşil (sen gülüşünü ne sanıyordun).

III.          

(Dağ değildir belki de bir ceylandır peşinden sürükleyen insanı.)

Ne ateştir ne de düştür ellerimle dokunduğum sensin… Basbayağı sen!  Ey yüreğimde fırtınalar estiren güzel, bir kaya olsam ne çare!

Demek sonbahar da geliyormuş (Yar gözlerin gibi). Vuslatı yaşıyormuş ellerimiz! Güz kokuyormuş saçların.

Ey deli, mevsimler mesafeler ne ki? Onları yaşatan yar değil mi?

Seni anlamak güç; kavuşurken de ayrılırken de çaresizlik değil, aşktır insanı yakan.

Ey kendini bilmez! Ey cahil! Bak burası Firdevs bahçesi değil, yar yüzü! Sen sıcaklığı güneş mi sandın?

(Titriyorsun, kış değil ki; bu heyecan, bu yaprak sallanışı, bu kanat vuruşu kelebek değil ki.)

Ey düşçü! Düş ustası! Yaşadığın bir rüya değil! Kaldır gözlerini bak! Dünyayı mı arıyordun, işte yar gözleri! Aya mı sevdalanmıştın, işte yar didarı! O füsun burada işte!

Ellerini tut! Yaşamın varlığına inanacaksın! Kokla. Bu yaşama ruhudur, sarıl ve bırakma! Bu da vuslattır!

(Ey deli! Bak acıların içinden sevgi işçisi olaya adamışsın kendini! O yaratıcılık sende var.)

IV.          

Oysa Kasım hiç yanımda ayrılmamıştı: o çatışmalarda hep bir taraf olarak var olup durdu. İlk kez görüyormuşum gibi sarılıyorum yine de… Kasım bu, sarılmasam olmaz! Yahuda gibi beni ilk öpen odur.

  V.          

Terk edilmiş o topraklara kimsenin izi düşmeyecek. Sen boşuna bekliyorsun; güneşin ışınları değmeyecek, yağmur düşmeyecek, yönünü kaybetmiş hiçbir rüzgâr esmeyecek; cansızların cansızı, ölümlülerin en kötüsü hükmedecek o coğrafyaya!